HUKUK

ZÂNÎLERE HÜRRİYET

Ya perhiz, ya lahana turşusu. Zina ya ayrıcalık değildir, ya da tek cinsiyete imtiyaz tanınamaz.

“Hürriyet”, “Cumhuriyet” gibi evrensel değerleri ifade eden kelimelerin ticari marka haline getirilebilmesi hususunun tekrar düşünülmesinde fayda var. Bu kelimeler ticari bir marka olsa da kullanıldığı yere göre evrensel anlamlarıyla anlaşıldığı açık olmakla birlikte, şeytan kulağına kurşun, kimi zihinlerde onulmaz yaralar da açılabilir. Her iftitah tekbirinde “tekbir giyim” markası aklına gelebilecek genç kızlarımız gibi. Nitekim bu iddialar ile bazı ilahiyatçı hocalarımız da dava açmış bulunuyor.

Cumhuriyetimize sahip çıkalım derken “cumhuriyet gazetesi”ni kastetmediğimiz gibi, zanilere hürriyet başlığıyla da “bebelere balon” misali, her zina edene bir “hürriyet gazetesi” verilmesi gerektiğini veya bu gazetenin özellikle internet sitesinde zinayı teşvik ettiğini falan imaya çalışmıyoruz. Bu hususu böyle apaçık izhar ediyoruz ki, bir atlı süvari bab-ı ali yüksek kapısından tazminat davasıyla arz-ı endam eylemesin.

Zina; farklı terminolojilerde farklı anlamlandırılıyor. Yazımızda zinayı tüm yönleriyle değerlendirmeye aldık. Yani; evlilik ilişkisi dışındaki cinsel birliktelikler, göz zinası, dil zinası, fuhuş, riya, edepsizlik vs. her türlü melanet bu yazıda zina ile ilgili olarak karşınıza çıkabilir.

Böylece çalışmamızın kavramsal çerçevesini çizebildiğimiz zannıyla, geçiyoruz mevzuya.

Az değil, uz değil, dere tepe düz değil. Antropolojik verilerle desteklenmese de, meselâ yani paradigmalarına konu edilen anaerkil (toplayıcı) dönemlerden günümüze, cinselliğin meşruiyet sorunu her daim insanoğlu veya kızının veya her neyse osunun en esaslı meselelerinden biri halinde var olagelmiştir. Biz de acaba konuya başlarken, insanın oral-anal evrelerinden yola çıkıp, cinsiyet ayrımcılığına dayalı rollerinin belletilmesine dek şöyle bir yürüse miydik, biz bize? Şeddeli vurgulamalarla erkek evladının cinsel organına methiyeler düzen ebeveynlerden söz ederdik, folklorik betimlemesiyle erkek adamın malı meydandaydı. Peki ya bu tenasül uzvunun karşı cinsteki tezahürü neden dost sohbetlerindeki övgüye konu edilmezdi. Ve yine neden bu mal meydanda görülmemeliydi. Ebeveyne böyle bir soru sorma cesareti gösterebilmeyi düşünmeye niyet etmenin teşebbüsü mümkün değildi (Zihinsel aktivitelerin nâkıs kalkışması). Halbuki; gözlerin ve dillerin setri avrete riâyeti zımnında, her ikisi de gizlenmeliydi.

Toplumsal ahlâkımızın ahlâksızlığı, kum misali kalabalıkların mayolu kadınlara göz süzüp baktığı an başlamamıştı tabi ki ama cemâziyel evvel tarihinde bir artistimizin filân sahilde mayoyla denize gireceğinin basın aracılığıyla duyurulması, kum tanelerince insanımızın filan sahili doldurmasına yetmişti. Bezin kıvrımlarını ve örtemediği yerleri göreceklerdi artistin bedeninde. Tıpkı uzun yıllar ardından, GAP kapsamında inşa edilen genîş ve derîn bir su birikintisinde düzenlenen yarışmaları haber yapan muhabirlerin, objektiflerinden hâlâ yansıtmaya değer buldukları görüntüler gibi, tangaların devrinde. Ve bu seyir, riya aynasından kendini seyirdi. Değil mi ki zalım oy gelin dam üstünde un elemişti, o ki bu eve gelin gelmişti. Veya düğün değil bayram değilken eniştesi öpmüştü, yalandı belki ama hişt demiş diyorlardı. Ve hatta, halk içinde muteber bir nesne yoktu devlet gibi. Devletlülerinin ise bir nefeslik sıhhat anında dinledikleri dümbelekzen felan efendinin -daha sonra TRT repertuarına da girecek- sanat mûsikîsi klâsikleri, sakalın yol açtığı firâka ağıt yakabiliyordu.

Tabi bunlar, her coğrafyada farklı biçimde ifadesini bulan yaşamsal gerçeklerdi ve henüz samanlıkların veya enderûn mektebinin enderîn sığlarında saklıydı. Fiyat arz ve talebin serbestçe kesiştiği noktada belirlenen tam rekabet piyasasının oluşabilmesi ve arzın ruhani yönlerinden sıyrılıp materyalleşebilmesi için; erkek egemen kapitalist söylemin gelişmesi beklenmeliydi.

“Homo sapiens” iktisadi anlamda, “homo ekonomikus”du ve “homo homino lupus”.

Doğal haliyle savaşçı veya barışık olsun, insanların “homo”luğuna müdahale edilmemeliydi. Maliyet dengelenir, “homo”ların menfaatperest içgüdülerinin kâr maximizasyonu saikiyle çakıştığı noktada toplumsal uzlaşmaya ulaşılırdı. İlkel benliğin güdülendirilebilmesinin önündeki en büyük engel ulviyât fıkriyâtı idi ve bu hissiyâtın tez zamanda mağlûbiyeti, cinsel içgüdünün kendini serbestçe ifade edebilmesiyle mümkündü. Erkek egemen kapitalizmin kadın etine zaafiyetinin esbâb-ı mûcibi de buydu.

Hele liberalizmin sosyalleşmesi ve hatta muhafazakârlaşmasının ardından yola çıkan, sanayi devrimi sürecinin dışında kalmış toplumların, bacasız sektörüydü fuhuş. Castro’nun USA emperyalizmiyle mücadelede purodan vazgeçerek pezevenkliğe soyunması da boşa değildi. SSCB’nin Gorbaçov’la açılımının Nataşada yansıması da.

Cinsel tatmin sektöründe içgüdü ve kâr saiki paraleldi, çakışma noktası sonsuzda. Sekste amaç zevk almaksa, karşılıklı rızaya dayalı veya fiyatı ödenen ilişkiler cinsel sapıklık değildi. Heteroseksüel, homoseksüel, transseksüel, travesti, biseksüel vs… Arapçada bir şekilde deveyi ifade eden kelimeler sayısınca ardarda dizilebilecek zevk terminolojileri. Lâkin nereden dönüp dolaşsa geleceği yer bir mekanik hareketlilikti. Ve yolun sonu geldi. Bıraktılar geçirdiler, bıraktılar yaptırdılar. Tâki, kendi çocukları yapılana dek.

Interpol’e göre çocuk fuhşu yılda 1 milyar dolarlık sektördü; UN kayıtlarında, dünyada 2 milyon çocuğun seks ticaretinde kullanıldığı yazıyordu. Lakin bu piyasanın metâları, Tayland, Hindistan, Filipinler, Sri Lanka gibi üçüncü dünya ülkelerindeki çarpık sosyo-ekonomik düzenin kurbanlarıydı ve pedofil turistlere rehberlik eden gazete haberleri dahi batılı kamuoyunu harekete geçirememişti. Sonuçta bir gün “lupus” kendi toplumunun gövdesini kemirmeye başladı. Çekik gözlü bîçârelerin yanında, first klas ülkelerin hormon takviyeli etine dolgun çocukları da kaçınılmaz olarak aynı kaderi paylaşmaya başlayınca, 300 bin kişi yürüdü Belçika’da insanlık nâmına. Daha, metâlaşan çocukları, 2 milyona oranla istatistiksel değer ifade edebilecek sayıya bile ulaşmadan.

Benzinli motorun buji başlığını bile kadın etiyle pazarlayan piyasada, güdüler ve kâr saikinden beklenen keramet aynı paralelde geri tepti zîrâ maliyetinin sonu yoktu. İnsanın “homo”sal güdüleri üzerinde zafer çığlıkları atan kapitalist toplum aynı terane eşliğinde üreyen ahlâksızlık bataklığına saplandığını fark ettiğinde, metâlaşan cinselliğin diyetini ödedi. Artık üç yaşındaki bir erkek çocuk, kendi yaşıtı kız arkadaşını öpmesi nedeniyle cinsel taciz suçlanmasına maruz kalıyordu.

Biz ise; bir yanımızla Sütçü İmam direnişimizi, alçak gâvur askerlerinin kadınlarımızın başörtüsüne el uzatmasıyla başlatmış; diğer yanımızla kurtuluşumuzu, mini etekli kızımızın kara çarşaftan kurtarılmasında sembolleştirmiştik. Sütçü İmam Üniversitesi kurmuştuk, başörtülü kızlarımızı üniversiteye almıyorduk.

Erkeklerin çok eşliliği kurumuna, medeniyet ve eşitlik adına karşı koymuştuk. Egemen erkeğin poligamik yönü vesikalı orta malı kadınlarla medenileştirilmiş, kadın-erkek eşitliği böylece sağlanıvermişti.

Türkiye’nin kapitalleştirilmesi sürecinde, buzdolabındaki etlerin piyasaya arzı, en az yastık altındaki altınlar kadar önem taşıyordu. Kırsaldaki yağız delikanlıları Karabaşlara, Karakaçanlara sevdalanan toplumumuzda; piyasanın talep sorunu olmadığı gibi, estetik kaygılar da geri plandaydı ve esasen vitrinde “etlerimiz buzdolabındadır” tabelasıyla birlikte sergilenecek parçaların, genel fiziki patalojilerden ayrışık özellikler taşıması gerekmiyordu. Aksine, vitrine çıkan her selülitli yağ tulumu, genişçe bir kesimi “benim neyim eksik” sendromuna sokacak; kırılan monopollerle, serbest rekabet piyasası gelişecekti. İlk aşamada görsel efektlere değil, fonksiyonel yaklaşımlara ihtiyaç vardı, istim nasıl olsa arkadan gelirdi. İlle evrensel estetik dersen, Keriman Hâlis’ler de çıkarırdık toprağımızdan.

Mensubu olduğu localar eşliğinde, milletini çağdaşlaştırmaya azm-ü cezm-ü kast eyleyen mâlum basınımızın üstlendiği teşhir misyonu, bu aşamada göz âşinâlığı sağlama ve çıplaklığın meşruiyeti sorununu gündeme getirmekten ibaretti. Çok zorlanmadı ama kolay da değildi ahlâki dejenerasyon ve dürtülerin alenîleştirilmesi. İşte, bir mayo peşinde halkını sahillere doldurabilen basınımızın, yıllar sonra, üstsüz tangalıların süslediği sayfalarında GAP’ı mayolu yarışmacılarla takdimi, misyonu gereğiydi. Diğer bir anlatımla, Güneydoğu Anadolumuzun geri kalmışlığı, turistik sahillerinin ve plajlarının yokluğundandı aslında.

Fuhuş sektörümüzü hukuki zeminine oturtmak dert değildi. Kadınlarımız zaten oldum bittim erkeğin elinin kiriydi. Bize, depreştimi dini-imanı kalmayan erkekliğin tüketimine sunulacak, alnı karalı karılar lazımdı; mevzuatımızda genel kadın diyeceğimiz. Öyle de tutturduk ki bu işi, mübârek sanki Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen temel hükümlerdendi. Milliyetçi-muhafazakâr kimlikleriyle büyükşehir belediye başkanlığına seçilen eşhasın rejime sadâkatinin sorgulanması sırasında; Atatürkçülük, laiklik, alkol gibi konular yanında, genelevler de gündeme geliyordu. “Genelevleri kapatacak mısınız?” sorusunu bir bayan gazeteci soruyordu. Ne adına soruyorsa, bir nevi kahraman edâsıyla?

Genelev demek, “Başkalarının cinsî zevkini menfaat karşılığı tatmin etmeyi sanat edinen ve bunun için değişik erkeklerle münasebette bulunan” genel kadınların “bir arada oturarak fuhuş yaptıkları veya bu maksat için toplandıkları yer” demekti. Başkalarının cinsî zevkini tatmin etmek de bir sanat dalıydı bittabî ve tarihi insanlık tarihi kadar eski. Batının muasır medeniyetinin gösterdiği istikamet, fuhşu yasaklamak değil, disipline etmekti. Bırakılacak da yapacaklar ya. Ve hâliyle sorun, kişisel veya toplumsal ahlâk ve/veya inanç sorunu değildi. Sağlık sorunu idi, bilhassa zührevi hastalıklar bâbından. Biraz da amme intizâmı.

Cinsi zevk tatmini sanatı eğer profesyonelce ifa edilecekse, sanatkârın bekar veya dul ve kadın olma koşullarını taşıması lazımdı. Evli kadınlar ve diğer cinsiyet veya cinsel tercihler, profesyonel lisans alamazlardı. Erkeklerin, sistem içindeki özgürlüğü de aslında evli veya bekar ama vesikasız orospuluk yapabilmeleriydi. Gelgeç cinsi münâsebet suç değildi.

Bakın, yabancı sigarayı Devlet ithal etsin, kaçakçıların kazanacağını millete paylaştıralım mantığının taa nerelerde kökleri var. Millet nasıl olsa mahallenin kâvesinde veya karga sevenler derneği lokalinde veya köprü altlarında kumar oynuyor, aç kumarhaneleri; vergini, kârını topla, toplumsal refâha katkı olsun. Bu cinsel ihtiyaç da, nasıl olsa bir şekilde giderilecek. Hayvanlar alemi rahatsız olacağına veya mastürbasyon yerine aç kerhaneyi, millet kazansın. Bu mantık silsilesinin nerede duracağını, kestirebilmek mümkün değil. Bir genel ahlâksızlık veya hayvani dürtü serbestiyeti vergisiyle mesele kökten çözümlenebilirdi.

Şöylece bir toparlamak gerekirse: Cinsel kültürümüz -şu sıralar feminen entellektüellerin özgürlük nidaları eşlik ediyorsa da- güce dayalı, erkek egemen, eşitliksiz. Erkeğin zinasını hak gören, cinselliğini dinden imandan soyutlayan, ama kadından ölümcül sadakat bekleyen, riyakâr ve ahlâksız bir namus anlayışı. Bu zemin üzerinde oturtulması için fazlaca çaba gerekmeyen kapitalist söylem. Her cins ve yaşta, metalaştırılan insanların egemenlik alanlarını oluşturduğu fuhuş sektörü. Legalleştirdiğimiz ve esasen yalnızca kırsal kültüre hizmet veren genelevlerimiz. Yeraltı fuhuş sektörü. Milli gelir dağılımındaki uçurumlar ve baskın kültürel istilânın yol açtığı ahlâki tahribat. Sonuçta, oluşturulan bu mekanizmanın dişlilerinden, TCK zina suçu düzenlemesi.

Aile biriminin toplumun temeli olduğu ve bu kutsal nüveye dönük zina eyleminin aileyi aşan ve topluma yönelik bulunan sonuçlar doğurduğu varsayımına dayalı zina suçu düzenlemesi hukuken çokça tartışılan öğeler içeriyordu. Zina diye adlandırılan eylem, evli bir kişinin eşi dışında biriyle cinsel ilişkisi idi ve cezalandırma tekniğinde eşitsiz hükümlere yer verilmişti. Her şey kanıksanmış, herkesin gözleri önünde ve işler tıkırında giderken; Şabanözü’nden bir ses duyuldu: “Kral çıplak!” Çıplak kralın teşhisi, toplumumuzun bir riyakârlığını sırlamıştı. Aynada kendini görecek toplumumuzun nerede uzlaşabileceği öngörülemezdi. Ya perhiz, ya lahana turşusu. Zina ya ayrıcalık değildi, ya da tek cinsiyete imtiyaz tanınamazdı. Ya her çeşit cinsel zevklerin amatör veya profesyonelce tatmin edilebileceği bir ortam, ya da cinselliğin objektif meşruiyet alanını tarif edecektik. Deli gönül de, bu meşruiyet alanında bağlanacaktı sevdaya.

Erkek lehine ayrıcalıklı hükümlerin eşitliğe aykırılığından bahisle iptali, iptal kararı yürürlüğe girinceye kadar geçen sürede erkekler için kadınlarla eşit bir ceza düzenlemesi yapılmaması ve nihayetinde erkeğin zina eyleminin tümden cezasız kalması üzerine kadına ilişkin zina suçu için ceza öngören hükümlerin yine eşitliğe aykırılığından bahisle iptali ve zinayı suç olarak öngörüp cezalandıracak olan ceza kanunu taslaklarının da AB müktesebatına aykırılığı nedeniyle gündeme alınamaması diye basitçe özetlenebilecek bir süreç sonunda; toplumumuzda zina eylemi artık suç olmaktan çıkmıştır.

Seçilmiş tüm siyasetçilerimizin, hukukçularımızın, sivil toplum örgütlerimizin vs. kısaca tüm toplumumuzun, bu sürece bir şekilde katkısı olmuştur. Toplumda; inanç, kadın, erkek, cinsellik, evlilik, eşitlik vs. kavramların değişip gelişmesiyle birlikte zina eylemine bakışın da değişeceği beklenir bir sondur. Ama ben hep durur durur, bu hikâyenin sonunun kime nasip olduğunu düşünür ve üzülürüm. Öldükten sonra da amel defterleri kapanmayacak, topluma sunulan bu sebilden içilen her yudumun bedelinden bir hisse uyumlu kardeşlerimize yazılacaktır, müktesebatına uyum sağladıklarıyla birlikte.

3 thoughts on “ZÂNÎLERE HÜRRİYET

  • gülşah

    serde hukuk olduğu nasıl da belli.. efendim hulasası nedir bu yazının.. güleyim mi ağlayayım mı… her cümle bir paragraf. poffff yane

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir